Bir profesörün mezun edeceği öğrencilerine verdiği son ders

Bir profesörün mezun edeceği öğrencilerine verdiği son ders…

Bilgisayar Mühendisi Arkadaş,
İnşallah iyi bir donanımcı veya iyi bir programcı veya iyi bir networkçü veya iyi bir system administrator olacaksın..
Yanlız şu mühim meseleleri sakın aklından çıkarma: Bu kâinatın öyle bir
donanımcısı vardır ki, bütün mevcudâtı ve içinde yer yüzünü create
etmiş, güneşi bir power source, ayı bir system clock yapmış. O power
source”dır ki kesintiye uğramaz ve o system clocktur ki şaşmaz ve
şaşırmaz, o donanımcının ilminin ve sanatının nihayetsizliğini gösterir.

Bu zât aynı zamanda öyle yüce bir programcıdır ki, şu muazzam dünya
üzerinde çalışacak şekilde koca hayat programını yazmış, yüz binlerce
yıldan fazladır, error verdirmeden, crash ettirmeden çalıştırıyor. Eğer
onun ne kadar iyi bir programcı olduğunu da anlamak istersen, önce
kendine bak. Gözünle göremediğin küçücük bir hücrene bütün kodunu save
etmiş ve yine o küçücük hücrende execute ettiriyor. Madem ki DNA’nın bir
program olduğu apaçıktır, ve bir program programcısız olamaz demek ki
senin programcılığın o büyük zâtın programcılığına ancak bir ayna
hükmündedir.
Yine senin bütün hücrelerinden oluşturduğu network”ün içinde hadsiz
protokollerle o hücreleri konuşturduğu gibi, madem ki senin de diğer
insanlarla türlü dillerde ve protokollerde konuşabilmen için gerekli
donanımı yanına vermiştir, aynen öyle de gördürüyor, konuşturuyor ve
dinletiyor. Ve madem ki sen etrafındaki bütün cisimlerden haber alasın
diye ışık, ses gibi türlü medyayı hazırlamış kullandırıyor, ve sen
bunları keşfeder, kullanır fakat bir yenisini ekleyemezsin, o halde
öyle büyük bir network uzmanı zât vardır ki senin her türlü ihtiyacını
bilir, ona göre teçhizatını verir. Senin networkçülüğün ancak onun,
sonsuz ilminden sana verdiği bir küçük parça ve bir büyük nimettir.
Arkadaş, aldanma! Şu güzel dünya hayatı programı bir limited trial
version”dur, görüyorsun ki elde ettiğin malı mülkü hiç bir surette save
edemiyorsun. Öyle ise, bu kâinat yazılımını yazanı tanı. Hem hiç
mümkün müdür ki bir programcı bu kadar güzel bir program yapsın ve
yaptığı programda about kesimi koyup kendini tanıttırmasın. Öyle ise bu
kâinatın en büyük donanımcısı, programcısı, networkçüsü ve system
administrator”u olan zâtın her yere işlediği about kesimlerini gör,
öğren, full versiyonunu kazanmak için çalış. Unutma ki hiç bir
hareketin atlanmadan çok dikkatli loglar tutuluyor. Bu loglar her şeye
gücü yeten
o system administrator tarafından kontrol edilecektir.
Ey insan! İnsan isen, şu güzel işlere, tabiatı, tesadüfü, abesiyeti,
dalaleti karıştırma; çirkin etme, çirkin yapma, çirkin olma..

Bir müddet zeytin yiyeceğiz, sonra

Kendisini karşılayan sekretere; Nazif Beyle görüşmek istediğini söyledi.

Bunun üzerine sekreter birden ciddileşti: “Nazif Bey mi?”dedi.

“Evet, Nazif Bey!” diye cevap alınca, hüzünlü bir ses tonuyla “Nazif
Bey sizlere ömür efendim, onu kaybedeli dört yıl oldu.” dedi.

Hiç beklemediği bu haberle bir acı saplandı yüreğine.
“Ya, öyle mi…?”
diyebildi sadece.

Hicranlı bir suskunlukla bir müddet öylece kalakaldı. Gözlerine hücum eden
yaşlar yanaklarından süzülüp göğsüne damladı. Kendisini Toparlayıp “O’nun
adına görüşebileceğim bir yakını var mı acaba?” diye sordu.

“Evet var, oğlu Selim Bey….”.

Titrek bir sesle “Öyleyse Selim Beyle görüşebilir miyim?” dedi.
Görevli hanım, insanda saygı uyandıran bu kibar beyefendiye,

“Selim Bey oldukça meşgul bir insan, randevusuz görüşmek pek mümkün olmuyor; ama ben yine de kendisine bir haber vereyim.
” Dedi ve telefona yöneldi.. Sonra “Kim diyelim efendim?” diye sordu.
“Kendimi ona ben tanıtmak istiyorum kızım.” cevabı üzerine sekreter
dahili telefonu çevirdi. Daha sonra mütebbessim bir çehreyle, “Selim
Bey sizinle görüşmeyi kabul etti, lütfen beni takip edin.” dedi.

Beraber merdivenden
çıktılar.İnce bir zevkle döşenmiş geniş bir salondan geçip büyük bir
kapının önünde durdular, sekreter kapıyı açarak, ‘Buyurun!’ dedi.
O da içeri girdi. Kendisini ayakta bekleyen vakur ve mütebbessim gence doğru hızlı adımlarla yürüdü, elini uzatarak,
“Merhaba, ben Prof. Dr. Mehmet Baydemir.” dedi.
“Bendeniz de Selim Cebeci… Lütfen buyurun, oturun.” dedi, genç iş adamı.

Mehmet Bey, kendisine gösterilen yere oturur oturmaz:
“Yirmi üç yıl, tam yirmi üç yıl… Vaktiyle bana burs verip okumama
vesile olan insanın elini öpmek için bu ânı bekledim.” dedi ve
dudakları titredi, gözleri doldu.
“Ama o büyük insanın elini öpmek nasip değilmiş, bunun için ne kadar üzgünüm anlatamam.”
Yaşarmış gözlerini kuruladıktan sonra Selim Beye döndü: “Fakat en
azından o büyük insanın mahdumunun elini sıkmaktan da bahtiyarım.”
Misafirin bu sözleri üzerine Selim Bey yerinden
fırladı, kulaklarına inanamıyordu. Kelimelerinin her biri birer hayret
nidâsı gibi dizildi cümlelerine: “Mehmet Baydemir demiştiniz değil mi,
Tosyalı Mehmet Baydemir mi?” Profesör, delikanlının bu heyecanlı haline
bir anlam veremeyerek başıyla “Evet” dedi. Bunun üzerine Selim Beyin
gözleri sevinçle parladı.

“Babamla sizi uzun yıllar aradık; ama bulamadık.” dedi.

Profesörün yanına gelerek iki eliyle elini tuttu, candan bir dost gibi sıktı ve “Sizi karşıma Allah çıkardı.” dedi.

Bu sözler profesörü çok şaşırtmıştı
“Uzun yıllar beni mi aradınız? Peki ama neden?” dedi.

Selim Bey gülen gözlerle profesöre bakarak “Bizdeki emanetinizi vermek
için…” deyince, profesörün şaşkınlığı iyiden iyiye arttı.
“Emanet mi?” dedi.
Selim Bey cevap vermeden yerine geçip telefonu çevirdi. Karşısındakine
“Gelebilir misiniz?” deyip telefonu kapattı. Mehmet Bey, Şaşkın
gözlerle Selim Beye bakarken kapı çalındı, odaya iyi giyimli bir bey
girdi. Selim Bey ona yanına gelmesini işaret etti, sonra kulağına bir
şeyler fısıldadı. Gelen kişi bir şey söylemeden geldiği kapıya yöneldi.
O çıkarken Selim Bey, misafiriyle tatlı bir sohbete başladı.
Sohbetleri koyulaştıkça, çehrelerindeki şaşkınlık, yerini birbirlerine
Hasret kırk yıllık ahbapların yeniden buluşmalarındaki sevinç,
samimiyet ve güvene bırakmıştı.
Mehmet Bey yurt dışındaki tahsilinden, araştırmalarından ve yirmi üç
yıl boyunca her yıl büyüyen memleket hasretinden bahsetti. Sonra Nazif
Beyin duvardaki portresini göstererek, “Bu günlerimi şu büyük insana
borçluyum.” dedi. “Bana yalnızca maddî destek vermedi, mânen de beni
hiç yalnız bırakmadı. Yurt dışında tahsil görürken yanlışa her
yeltendiğimde hayalen yanımda hazır oldu. ‘Sana bunun için burs
vermedim.’ Diyerek bana istikamet verdi. Ona her namazımda dua
ediyorum.” dedi ve gözlerini Nazif Beyin duvardaki fotoğrafına mıhladı.
Sonra gözleri portrenin altındaki ilk anda mânâ veremediği diğer
tabloya kaydı.

Son derece şık bir çerçevenin içinde, bazı yerleri yamalı ve tamir
görmüş oldukça eski bir çift çorap duruyordu. Biraz daha dikkatli
baktığında çerçevede bazı cümlelerin de sıralandığını fark etti:

“Bir müddet zeytin yiyeceğiz, sonra…”
Selim Bey, kendisine bir soru sorduğu için başını ona çevirdi; fakat aklı tabloda kalmıştı.

Selim Beye cevap verirken tabloya bir daha baktı. İkinci cümle de birinci cümle gibi üç nokta ile bitiyordu:

“Bir müddet sabredeceğiz, sonra…”

İyice meraklanmıştı. Bu ilk görüşmeleri olmasaydı, yanına gidip Tabloyu
iyice inceleyecekti; fakat bu uygun düşmez, düşüncesiyle Yalnızca
sohbet arasında göz ucuyla merakını gidermeye çalışıyordu. Ancak her
seferinde biraz daha artan bir merakın içinde kalıyordu. Üçüncü
cümlede:

“Bir müddet yürüyeceğiz, sonra…”

diye yazıyor ve altta böyle birkaç cümle daha sıralanıyordu. Artık aklı
hep tablodaydı. Sonunda dayanamayıp, “Selim Bey merakımı mazur görün.
Şu tabloya bir mânâ veremedim.” Dedi.
Selim Bey kendisine has bir gülüş ile misafirine baktı, derin bir nefes alarak

“Malumunuz, babam varlıklı bir insandı. Oldukça iyi bir hayatımız
vardı. Sonra ne olduysa her şeyimizi kaybettik. O zenginlikten geriye
hiçbir şey kalmadı. Köşkümüzdeki hizmetçiler de gitti. Yemekleri artık
annem yapıyordu. Hatırlıyorum da bir sabah, kahvaltıya sadece zeytin koyabilmişti. O zengin kahvaltılarımıza bedel, yalnızca zeytin…

Şaşkınlık içinde, ‘Başka bir şey yok mu?’ diye sormuştum. Bu soru
karşısında annemin hüngür hüngür ağlayışı gözümün önünden hiç gitmiyor.
Annemin ağlayışına mukabil babam:
‘Bir müddet zeytin yiyeceğiz, sonra…’ dedi ve durdu,

Güçlü bakışlarını üzerimizde gezdirdi,’Alışacağız.’dedi. Ve iştahla bir zeytin
alıp ağzına attı. Birkaç gün sonra haciz memurları gelip köşkümüzü de
elimizden aldılar. Kenar bir mahallede küçük, eski bir eve taşındık.
Doğru dürüst bir eşyamız da kalmamıştı. Annem bezgin bir sesle: ‘Bu evde
hiçbir şey yok! Burada nasıl yaşayacağız.’ Diye haykırdı.Bunun üzerine
babam:
‘Bir müddet sabredeceğiz, sonra alışacağız.’ dedi

Gittiğim özel okuldan ayrılmış, bir devlet okuluna yazılmıştım.
Sabahleyin okula servisle gitmeyi umarken, babam elimden tuttu, ‘Bu ilk
günün, okula beraber gideceğiz.’ dedi. Yürümeye başladık. Okul oldukça
uzak gelmişti bana, yorulup geride kaldığımı hatırlıyorum. Babam kim
bilir hangi düşüncelere dalmıştı. Geride kaldığımı fark etmemişti.
Biraz sonra fark edince bana döndü. İsyan dolu bakışlarımı yüzünde
gezdirdim. Bir an bana ızdırapla baktıktan sonra, yanıma geldi. Bir şey
söylemesine fırsat vermeden, kızgın aynı zamanda nazlı bir tavırla,
‘Yoruldum.’ dedim. Babam oldukça sakin bir şekilde:
‘Bir müddet yürüyeceğiz, sonra alışacağız.’ dedi.

Babam her sabah erkenden çıkıyor, geç saatlerde ancak dönüyordu.
Döndüğünde ise küçük odaya çekiliyor, bazen saatlerce orada kalıyordu.
Çoğu zaman buradan gözyaşları içerisinde
çıktığını görüyordum. Bir gün, merakıma yenilip babamın küçük odasına
girdim. Yerde bir seccade, seccadenin üzerinde de bir tespih vardı.
Duvarda ise Arapça bir ibarenin altında şu yazı vardı: ‘Allah borcunu
ödeme niyetinde olanın kefilidir.’ Babamın dediği gibi oldu, zor da lsa
zamanla alıştık. Bu hal birkaç yıl sürdü. Bir gün babam eve çok farklı
bir yüz ifadesiyle geldi. Ağlamaklı bir yüz ifadesi vardı. Her
birimize bir paket getirmişti. Köşkten ayrıldığımız günden beri ilk
defa paketlerle eve geliyordu. Bizi bir araya topladı.

‘Bugün, benim için ne mânâya geliyor biliyormusunuz?’ dedi,
kelimeleri boğazına düğümlendi, gözlerine yaşlar hücum etti. Sözlerini
kesmek zorunda kaldı. Her birimize hediyelerimizi teker teker verdi ve
bizi ayrı ayrı kucaklayıp yanaklarımızdan öptü, kendisi de bir koltuğa
oturdu. Cebinden gazeteye sarılı bir şey çıkardı. O sırada da
ağlıyordu.
Hepimiz şaşkınlık içinde babama bakıyorduk. Gazeteyi açtı, içinden bir
çift yeni çorap çıkardı. Bu gözyaşlarıyla, bir çift çorabın alâkasını
kurmaya çalışırken babam, beklemediğimiz bir şey yaptı.

Çorabı burnuna götürdü, kokladı, kokladı. Arkasından hıçkırarak
ağlamaya başladı. Hepimiz şok olmuştuk, tek kelime bile söylemeden
bekledik. Babam nihayet kendisini topladı ve ‘Bir zaman önce, büyük bir
borcun altına girmiştim.

Borcumu ödeme niyetiyle yeniden çalışmaya başladığım zaman kendi
kendime ‘bütün kazancım, borçlarımı ödeyinceye kadar alacaklılarımın
hakkıdır. Onların hakkını vermeden ayağıma bir çorap almak bile bana
haram olsun.’ demiştim. Bugün ise, Allah’ın yardımıyla, borcumu
bitirdim.

Artık kimseye tek kuruş borcum kalmadı.” dedi. Sonra gözyaşları içinde
ayağındaki çorapları çıkarıp yeni çoraplarını giydi. Ben de o eski
çorapları hem aziz bir baba yadigârı, hem de bir ibret nişanesi olarak
sakladım. Bu çoraplar her gün bana: ‘Paralarını ödeyinceye kadar bütün
kazancım alacaklılarının hakkıdır.’ diyor”.

Selim Beyin bakışları bilinmez âlemlere dalarken o, nemlenen gözlerini
kuruladı, sonra dönüp duvardaki siyah-beyaz fotografa hayran hayran
baktı.

“Babanız sandığımdan da büyükmüş Selim Bey. Ben olsaydım öyle müreffeh
bir hayattan sonra anlattığınız gibi bir darlıkta, herhalde
çıldırırdım.” Selim Beye döndü ve “Siz ne yapardınız?” diye sordu.

Selim Bey kendisine has tebessümü ile: “Bir müddet zeytin
yerdim, sonra…”dedi ve gülümsedi.

O sırada kapı çalındı, biraz önceki beyefendi elinde bir Kutuyla içeriye girdi. Kutuyu Selim Beyin masasına bırakıp çıktı.
Selim Bey yerinden kalkıp kutuyu alarak Mehmet Beye uzattı. ‘Buyurun, yıllarca size vermek istediğimiz emanetiniz.’ dedi.
Mehmet Bey bilinmez duygular içerisinde kutuyu açtı. İçinden kadife bir
kese çıktı. Keseyi açıp içini kutuya boşalttığında merakı iyiden iyiye
arttı. Keseden birkaç tane cumhuriyet altını ile bir not çıkmıştı.
Mehmet Bey hassasiyetle katlanmış kâğıdı açıp okumaya başladı.

Sevgili Mehmet Bey oğlum,
Bazen istediğimizi yaparız, çoğu zaman da mecbur olduğumuzu… Tahsil
hayatınız boyunca size burs vermeyi taahhüt etmiştim. Ancak eğitiminizin
son altı ayında size burs verme imkânını bulamadım. Bir müddet sonra
imkânlarıma yeniden kavuştum; lâkin bu sefer de size ulaşamadım.
Dolayısıyla size borçlandım ve borçlu kaldım.
Eğer böyle bir borcu gözyaşı ve ızdırapla ödemek mümkün olsaydı, ben bu
borcu fazlasıyla ödemiş olurdum. Zira sevgili oğlum, bu altı aylık
zaman diliminde bursunu verememenin ızdırabıyla kaç gece ağladım.
Her neyse, bursunuzu tarihlerindeki değeriyle altına çevirdim. Bu
altınlar sizindir. Bunlar elinize ulaştığında, borçlarımın tamamını
ödemiş olacağım. Sevgilerimle, Nazif Cebeci.

Mehmet Bey neye uğradığını şaşırmıştı.

Bu büyük insanın yüceliği karşısında bir çocuk gibi yalnızca ağlıyor,
ağlıyordu. Selim Bey de bir hayli duygulanmıştı. Onun da yanaklarından
yaşlar süzülüyordu. Bir ara yaşlı gözlerle babasının siyah-beyaz
portresine baktı. Kendisine yıllarca hüzünle bakan gözleri, bu sefer
sevinçle bakıyor gibiydi